25 Kasım 2008

ADA

Gözlerini açtığında kalbinin sesini duydu önce, sonra dalgaların sesi bir piyano resitali gibi doldurdu içini. Öyle şaşkındı ki tüm bunlara hiç bir anlam veremeden orada öylece kaldı. Dudakları denizin tuzlu suyuyla kavrulmuştu. Hareket etmek istiyor ama bunu yapacak gücü kendinde bir türlü bulamıyordu. Havanın karardığını, serin okyanus rüzgarının teninde gezinen dokunuşlarını hissetti. Ertesi gün günçiçeklerinin uyandığı seher aydınlığında uyandığında aslında hiç uyumamış gibi yorgundu zihni. Her şey anlamsız ve bomboştu. Zor bela yerinden kalkıp yaslandığı bir kayaya tutunarak, uçsuz bucaksız okyanus kayboluncaya dek baktı uzağa. İşte o an nerde olduğunu anladı. Korkuyla karışık bir duygu gezindi yüreğinde. En son; uçakta olduğunu, şiddetli fırtınayı, hosteslerin uyarılarını anımsıyordu. “Uçak düşmüş olmalı" diye geçirdi aklından. Sonra etrafta başkalarını aramaya koyuldu ama görebildiği sadece mercanların oluşturduğu büyük kaya resifleri ve bunların arasında yetişmiş kısa boylu okyanus bitkileriydi. Yaşamın ona niçin bunu yaptığına burada yapayalnız kalmasına isyan ediyordu ki tekrar kalbinin kütürtüsünü duydu. “küt-küt-küt” Bu ses yaşamın sesiydi.

“Su bulmalıyım, su bulmalıyım, su bulmalıyım…” diye söylenerek adanın dört bir yanında aranmaya başladı. Ne açlık, ne de susuzluk hissediyordu ama su arama isteği kendiliğinden aklına düşmüştü. Hem bu sayede aklına musallat olan kötü düşünceleri uzaklaştırıyor ada hakkında da bilgi sahibi oluyordu. Sonuçta bugün olmasa yarın suya gereksinimi olacaktı. Bir saatte dolaştı adanın etrafını. Kuzeyi kayalıklarla çevrili, güney tarafı boydan boya kumsaldı. Bu gezinti sırasında medeniyetten kendisi gibi buraya gelmiş hiçbir ize rastlamadı. Ağaçlık alanlara doğru su bulma umuduyla adanın iç kısımlarına doğru yürümeye başladı. Kısa boylu ağaçların bilmediği yeşil renkli meyveleri bodur ağaçların dallarında küme küme sarkıyordu. Yaprakları kauçuk gibi geniş, meyveleri mandalina gibi kabuklu bu ağaçlardan bir tane meyve koparıp yediğinde tadının nara benzediğini düşündü. Ekşi ve tatlı bir arada buruk bir lezzetti ağzını uyuşturan, sonra birkaç tane daha yedi. Meyveleri yerken “ meyve varsa canlı da vardır” diye düşündü. Ağaçların arasından geçip iyice içerlere gittiği halde su bulamamıştı ama meyveleri çok sulu ağaçlar bulmuştu. Bu yüzden su bulacağına inanıyordu. Sahile geri döndüğünde hava yavaş yavaş kararmaya başlamıştı. Okyanusun sonsuz boşluğunu karanlık kapladığında dolunay bir şamdan gibi geceyi aydınlatıyordu. Kemal uyumaya çalışırken bir yandan da aklına gelen düşüncelerle cebelleşiyor, kendisiyle konuşuyordu.

Bütün düşünceleri yapayalnız bir ölümde bitiyor, düşen uçaktan sağ kurtulmasının sevincini de giderek yitiriyordu.Günlerce sahilde geçecek bir geminin ışıklarını görebilmek umuduyla bekledi. Ama duyabildiği sadece dalgaların sesiydi. Kendisiyle konuşuyor, son yıllarda hayata dair birçok düşünü yitirmiş olmanın yalnızlığıyla baş başa kalıyordu. Hâlbuki ilk gençlik yıllarında özgürlüğü sonuna değin yaşamaya adanmış düşlerin, hiçbir zaman unutamadığı günlerin içinden geçmişti. Düşündükçe varolmanın sancılarını bir annenin içgüdüsüyle yeniden yaşıyor gibiydi. Ama bu sancıların sonunda doğan şey yaşamdan çok ölümdü. Dolunay okyanusun sonsuzluğunu aydınlatmaya devam ederken, dalgalar büyük bir keman gibi sessizliği kaplayan ezgileriyle kıyılara çarpıyor, karanlık sanki en çokta Kemal’in yaşama isteğinin üzerini örtüyordu.

Güneşin sıcak dokunuşlarıyla uyandığında gökyüzü ipeksi maviliğiyle ona gülümsüyor gibiydi. Ama yaşamanın hiçbir sebebi kalmamışken gökyüzünün maviliği de anlamsız bir boşluğa benziyordu. Yüreğine atılmış bu çizikten sızan kan git gide bütün bedenine yayılmakta, ölümün acı tadı bilincini felç etmekteydi. Yalnızlığın çilesiyle baş başa kalmış bir Zerdüşt gibi en çok da kendisine uzaktı. Yaşamak için önce kendini yeniden keşfetmesi gerekiyordu. Zamanın yelkovanıysa nerede olursa olsun aynı hızla dönmekteydi. İşte günleri böyle gelip geçerken yıllardır görmediği o kırlangıcı yeniden düşünde gördü. Bu kez bir camdan onu izlemiyor, bu yalnız adaya ona doğru uçuyordu. Yıllardır düşünde görmediği bu kırlangıç yaşamın her yerde güzel olduğunu kulağına fısıldayıp onu yeni sabahına uyandırdığında o çoktan Adayı keşif yolculuğuna çıkmıştı bile. Ada da en yüksek noktaya çıkıp görüş alanındaki her yere su bulma umuduyla baktı. Kayaların oyuğunda yeşil ağaç kümelerini gördü, “su olabilir” diye düşünüp oraya vardığında yüreği sevinçten bedenine sığmıyordu. Sonunda suyu bulmuştu, kana kana su içerken, suyun değerini ancak burada anladığı geçiyordu aklından.

Kemal sonra kendine kalmak için bir yer aramaya başladı. Kayaların oyuğunda bir mağarayı bulduğunda üç gündür adadaydı. Açlığını o tuhaf meyvelerle ve çokça suyla gidermekten vazgeçip balık tutmaya çalıştı. Zamanla balık tutmada ustalaşmayı, ağaçları birbirine sürtüp ateş yakmayı öğrendi. Artık adaya geleli bir ay olmuştu. Onu hayata yeniden uyandıran kırlangıcın yüreğine fısıldadığı sır yaşamın altın anlamını ona yeniden göstermişti. İşte bu anlamla yeniden hayata tutundu.



Kemal ilk gözlerini açtığı sahile her gün en az bir kez gelir oradan okyanusun sonsuzluğunda gözünün artık hiçbir şey görmediği uzaklara bakar, boşlukta dolaşan fikirleriyle kendi kendine konuşurdu. Kıyıya çıktığı ilk günlerde üzerindeki pantolonun cebinden 365 dolar, kredi kartları ve okyanus suyuyla kireçlenmiş bir cep telefonu çıkmıştı. Üzeri düz bir kayayı bar masasına benzetip orada bir barmen olduğunu düşünerek o sıcak havada içini ferahlatmak için
“hey dostum bir bira, bak parası peşin” diyerek eline on dolar sıkıştırır kayaya doğru gider onunla sohbet ederdi. Zamanla bu kayanın barmen olduğuna iyice kendini inandırdı. Çünkü artık günleri, ayları unutmuş yalnızca; sıcak bir gün-soğuk bir gün olarak anımsamaya başlamıştı zamanı. “ Güzel bir cuma gibisi yok dostum, bir tekila doldur bakalım” derken aslında onu yaşama yeniden uyandıran kırlangıcın içinde yarattığı yaşam sevinci gitgide yitiyor, yerini okyanus kadar sonsuz bir sessizlik alıyordu. İşte tam da böylesi bir zamanda bir akşam bir takım tuhaf seslerle uyandı. Sıcak bir okyanus gecesi sahilden gelen seslere doğru yürüdüğünde bunların yumurtlamak için oraya gelen kaplumbağalar olduğunu gördü. Binlerce kaplumbağa sahili kazıyor yumurtlamak için hazırlanıyorlardı. Onları orda görmek Kemal’e tarifsiz bir mutluluk verdi. Çığlığı andıran seslerini duydukça suskunlukla kaplanan içinin buzulları eriyor, gözleri yaşam güneşi gibi ışıldıyordu. Kaplumbağalar yumurtalarını bırakıp okyanusa geri döndüklerinde adaya yaşama umudunu da geri getirmişlerdi. Kemal bazen kumsalı kazıp çıkardığı kaplumbağa yumurtalarını yiyor, tadı hakkında barmen dostuna iyimser yorumlar yapıyordu. Günler sonra ilk yavrular çıkıp dolunayın ışığına doğru okyanusa yol alırken Kemal onları sessizce izledi. Bu yaşama dönüş çabası onun içinde git gide büyüyen bir yaşamı tanıma isteği uyandırıyordu. Bir zaman sonra ise göçmen kuşlar sürüler halinde adaya indiler, burada bir süre dinlenip sonra yollarına devam ettiler. Tüm bunların onu yaşama çağıran bir ses olduğunu düşünüyordu. Ama burada kendi özünü de yeniden keşfettiğini biliyordu. Bir gün barmen dostuna “aslında burası sevilmeyecek bir yer değil dostum. Benim geldiğim yerde şu yeşil kağıt parçaları her şeyden güçlüdür. Orada herkesin sınırları çizilmiş ülkeleri, gurur duydukları bayrakları ve büyük, çok büyük tanrıları vardır… bu kağıtlar için yapılmayacak şey yoktur. Bak burada bunların hiçbir anlamı yok dostum. Şu kaplumbağalar buraya gelip hayata nasıl doğdularsa, ben de burada öyle doğdum işte. Şimdi kim bilir hangi ülke hangi ülkeyle savaşmaktadır. Bilir misin dostum; benim geldiğim yerde insanlar niçin erken kalkar sabahları? (yüzünü kaplayan bir gülümsemeyle, eline yeşil dolarları alarak) Bunlar için işte” dedi.

Kemal dünyada anlamsız bir hayat yaşandığını bu yalnızlıkta öğrendiğini düşünüyordu. “kimsenin kimseye para ve menfaatten öte bir iyiliğini görmedim ki ben” diye barmen dostuna anlatır, hava durumuna göre ya konyak ya da bira isterdi. Gerçektende Kemal’in hayatı bu ilişkilerden ve seksle sınırlı yalanlardan kuruluydu. Ama bütün bunlar yaşadığı toplumsal ilişkilerin bir sonucuydu. Gençliğinde bu kurallara karşı çıkmış, başına gelmedik işkence ve acı kalmamıştı. Bir takım kurallar vardı, bu kurallara uyduğunuzda sizde sistemin bir parçası oluveriyordunuz. Yazarsanız iyi bir yazar olup çok para kazanıyordunuz; reklâmcıysanız da öyle, imamsanız da öyle, askerseniz de öyle, kahve tüccarıysanız da öyle… Uymadığınızda kaybedenlerden oluyordunuz ve yaşam size hep uzak kalırdı. Çünkü paraya uzak olmak demek; hayata uzak olmak demekti. Ama ada da Kemal yaşamı hissediyordu. Bazen de dönüp geride bıraktıklarına burada bulduğu gerçekleri anlatmak hissi içini kaplar ama bütün bunlar deliliğe yorulur, kimse etrafını saran bu sanal bilinçten sıyrılıp yaşamın özünü göremez, diye düşünürdü. “Bırak onlar silah üretsinler, ucuza kahve alıp pahalıya satsınlar, öte dünya için yaşasınlar. Asaletten önemlisi yok onlar için. Asalet ne mi? -eline yeşil dolarları alıp- İşte bunlar dostum “ diyordu barmene. Kemal üzeri düz bir masaya benzeyen kaya sessizce olduğu yerde durdukça onun kendisini onayladığını düşünüyordu.

Bir gün kıyıya doğru bir gürültünün yaklaştığını duydu, sesin geldiği tarafa doğru yürüdüğünde bir araştırma teknesinin adaya yaklaştığını gördü. Bunlar kaplumbağalar üzerine araştırma yapan bilim adamlarıydı. Saçları ve sakalları bir birine girmiş bu adamı bulduklarında onun hikâyesini dinlediler. Kemal burada kalmak isteğini sıkça yineliyor ama araştırma görevlileri onun sağlıklı düşünmediğini düşünüp onu pek dinlemiyorlardı. Tam 3 yıl bu adada yalnız kalmış bir insanın sağlıklı düşünmesini aslına bakarsanız hiç biride beklemediği için bütün itirazlarına rağmen Kemal’i ikram ettikleri yemekle uyuşturup yanlarında götürdüler. Aslında bunu yapmalarının bir âmâcı da yaptıkları araştırmanın bu olayla gündemde yer almasını sağlanmak ve hazırladıkları tezlerle profesörlüklerinin bir an önce onaylanmasıydı.



Kemal medeniyete döndüğünde çokça televizyon hayat hikâyesini satın almak ve yayınlamak için sıraya girdi. Ama o bir hafta sonra 42 yaşında öldü. Öldüğü gece şehrin çatılarının üzerinde karanlığı aydınlatan dolunay, sokaklarındaysa okyanusu anımsatan bir rüzgâr esmekteydi. Söylediklerine göre İstanbul’un mavilikleri o gün denizden gelen kırlangıçların çığlıklarıyla dolmuş, kimileri bunu kıyamet alametine yorup günlerce dua etmişti.

t.kurt

22 Kasım 2008

umuda dair




şu mavi gökyüzünün kıyıcığında durmuşuz
vakitler suspus
zaman unutkan
belki de nehrin kıyısında iki çakıl taşıyız
köprülerimizde çan çalıyor suskunluğun dili
neleri unuttuk bir bilsen
kabuk bağlayan sancılarımızla büyürken.

uçurtmasının ipini elinden kaçırmış çocuk gibi hâlâ sesin
mor menekşenin umuduyla uyanırken gün...


t.kurt

20 Kasım 2008

ÇAV BELLA






Çok şey yaşıyoruz bakabilmek gerek yalnızca
Anlamak için zorlamadan kendimizi
Misal bir güvercin olsaydın sen
Bir Güvenpark aramaz mıydın?
Ya da ne bileyim şöyle bir Yenicami avlusu

Çok şey yaşıyoruz bakabilmek gerek yalnızca
Korkuya düşmeden kaçmadan kendimizden
Bir şiir değil bu ama herkes öyle sanıyor
İyi yazdığıma beni inandırmaya çalışıyor alkış sesleri bile...

Biliyorsun mor bir tüydü zaman
Uçarı ve çocuksu çokça
Ağladığımız da oldu
Kandığımız da.
Başlamak için bu veda
Yaşamak için ve de doyasıya

t.kurt

12 Kasım 2008

BARIŞ






Yaşamak biraz eflatun olsaydı
Bu salı.
Kırmızı görünseydi
Sabah sabah gözüme hayat.
Gecelerin mavisine saklansaydı
Çocuk yanlarım.

Olmasaydı savaşlar
Ölmeseydi parmaklarım...
Ellerim, ellerine öğretseydi dokunmayı
Usul usul büyüseydi serçe parmaklarım.

t.kurt

11 Kasım 2008

gitmeye dair





aynalara uzak şehirlerde
herkes gitmeyi geçiriyor aklından
oysa beklemeye alışıktır zaman
serçe yeminlerindedir susuşları .

kırık bir kadeh, son bir söz
sırtında faşizmin burkası
ceplerinde çekirdek kabukları çocukluğumun.

bilirim sesine dokunsa ısınır kuşların kalbi
çünkü şarabın yeminidir seni yaşamak.



t.kurt

6 Kasım 2008

SENFONİ

kayalarda oturuyoruz
dalgaların sırtında koşuyor taylarımız
çapkın rüzgar saçlarını savuruyor hafifçe
kulağına şiir okuyor sanırsam.
alıp bir kır çiçeğini saçına takıyorum
mor bir çiçek
minicik.
gökten kırlangıç sürüsü geçiyor
bir kaplumbağa uzaklaşıyor yanımızdan
bizi baş başa bırakıyor belli ki.

geceye varıyoruz
kuzey yıldızı gibi ışıldıyor gözlerin
ben gözlerinde yitirmişim çoktan kendimi.
gülümsüyorsun
yüzünden bir kuyrukluyıldız geçiyor.

iki inci gibi kabuğumuza ihanet etmişiz
bir senfoni başlamış içimizde
kayalar suskun
zaman çingene
düşen kalplerimizin kara kutusu olmuş şiir...



t.kurt

Yeni adresim

ara ara aşağıdaki adresimde yazacağım https://atesinsesi.wordpress.com/ /