30 Kasım 2014

örümcek ağından bile daha incedir şiir...tk






“Serin bir rüyanın hatırınadır
çektiğim dünya ağrısı.” 

Birhan Keskin

***
"giden gitmiş
hüznü ayaklandırmak
boşuna"

Arif Damar

***
"hiç kimse kalmadı ekmeği,şarabı bölüşecek
hiç kimse,fillerin yaralarına gözyaşı dökecek"

F.G.Lorca

*** 
“Ben diyorum ki, tanışalım herkesle.
Çünkü hiç kimse,
hangi şehirde olursa olsun
hangi, kaldırımda yürürse yürüsün,
gizleyemez kalbini ceketinin içinde.
Çünkü herkesin kalbi bir fay hattıdır.
Ve dünya uzayda
Bir yokuşta durmaktadır.” 

Özkan Mert

***

“Bir gök ölüyor ellerinde ve inceliğinde bir başka gök doğuyor
Sevecenlik bir çiçek gibi açıyor yanında seni düşünürken”

Carlos Oquendo De Amat

*** 
“sen hep gülerdin oysa,gülüverirdin 
bir bakardım eğilmiş su içiyor 
gamzelerinden kuşlar"  

Didem Madak

*** 
“Toplama beni
Ben dökülmeyi sevdim” 

Gonca Özmen

***
“Başakların salınışına
Benzeyen
Çocuk yüzün
Yüzüne
Yakışır bir şaşkınlık
Yaşam derdim ben buna” 

Özer Aykut

*** 
“Orduevine giremem bir kalbe girerim ordu gibi.” 

Zeynep Arkan 

*** 
“Ah kimler bilir bir yüreğin bir yüreği sevmesini.
Niye yeni insanlar tanımanın bana sevinç verdiğini anlatmaya çalışıyorum.
Ben çabuk severim insanı
belki bundandır yıkılışım” 

Arkadaş Zekai Özger   

***
"öyle güzelsin ki;
çıkıp yıldızlara bakıyorum 
sırf sana benzedikleri için" 

tk


27 Kasım 2014

Sevdiğim dizeler


Anısına saygıyla








yaklaşık altı aydır her ay bir şair seçip o ayı o şairin şiirlerini okumaya adıyorum. kasım ayı için bir ilk yapıp seçtiğim şairi bloğumda da tanıtayım dedim. yalnız bu okuma işinin kuralları var.bir kerem kesinlikle kitaptan okunacak ve mümkünse de sahaf kitaplarından(çünkü benden önce okuyanların altını çizdiği satırları çok merak ederim)toplu taşıma araçlarında işe gidiş gelişlerde okunacak. ve okuduğunuz şiirlerden en beğendiğiniz ezberlenip bir dost meclisinde dostlara okunacak

işte kasım ayı için seçtiğim şair Attila İlhan'dı ve en sevdiğim şiiri "mahur",geriye ne mi kaldı, bu güzel şiiri dostlarla paylaşmak tabi ki... 

sevgiyle temel


18 Kasım 2014

KALAN







Epey epey zaman önceydi,ilk gençlik yıllarımdı,ona minibüs durağında rastlamıştım.Kar yağıyordu, bembeyazdı ortalık. Nereden geliyordum, nereye gidiyordum hiç anımsamıyorum ama onun yüzündeki o masumiyeti hep anımsarım.Susup kalmıştım.Yıllarca aklıma kazınacak,hep anımsayacağım, bana güç verecek mavi bir anlamdı o yüz,suskun ve mavi. Artık her sabah o durakta sessizce onu bekliyordum.Evimiz o durağa epeyce uzaktı ama ben onun durağına yürümeyi seviyordum.Yüzü denize düşen bir yakamoz gibiydi.şiir okumayı sırf ona güzel şeyler söyleyebilmek için sıklaştırmıştım. Yeniden yazmaya başlamamda bu döneme rastlar. Her gece başımı yastığa koyunca o gelirdi aklıma ve şiirler mırıldanırdım,incecik bir derenin kıvrım kıvrım akışı gibiydi bakışları.Kış boyu aynı durakta minibüs beklemiş, gelmediği günler endişelenmiş, aklımdan kırk bin türlü tanışma faslı geçirmiştim. Zamanla aynı durağın yolcusu olmanın getirdiği yakınlıkla, yüzlerimiz birbirine aşina olmuş, başka ortamlarda rastlaştığımızda birbirimize baş selamı vermeye başlamıştık. şimdi bile tuhaf geliyor ama onca tanışma senaryosu yazan aklım bu tesadüfi yakınlığa mağlup olmuştu işte. velhasıl bahar gelmiş,kiraz çiçekleri pembe pembe gülümsemeye başlamıştı. Annesinin evinin boyanması gerektiğini, iyi bir boyacı aradıklarını söylemişti.Azcık elimden gelirdi,tabi ki ben boyadım evlerini ama ücret istemek çok ağır geldi.Az bir şey aldımdı galiba, şimdiki zaman anımsamıyorum.Adını öğrenmiştim ama ben ona Mavi diyordum, anlatılması zor,çok başka bir yakınlıktı aramızdaki. Bana boya işleri bile çıkarıyor, aklınca iyilik yapıyordu. Bende sırf o masum yüz bana iylik yapsın diye,bütün işleri bedava sayılacak paralara yapıyordum. Cep telefonlarının ilk çıktığı zamanlardı,bayramlar falan tez tez gelsin de ona kutlama mesaj atayım,belki yemeğe falan çıkmamıza vesile olur diye düşündüğümü hatırlarım hep. Sonra çalıştığı iş yerine servisle gitmeye başladı,bazen beni durakta görüp eliyle işaret ederdi "gel gel yer var" derdi. Binerdim, Aklıma ne gelirse anlatırdım sabah sabah da bir tüm bunları onun için yaptığımı, çoğu zaman işe bile gitmediğimi, onun için bu durağa geldiğimi bir türlü söyleyemezdim.Yaz da bitiyordu, artık havalardan mı nedir ona içimi açmaya karar vermiştim ama o gene benden hızlı davrandı ve nişanlandığını söyledi. Susup kalmıştım. Zamanın dışında bir yerdeydim o an, kalbimin kuytusunda o solgun mine çiçekleri susup kalmıştım.Kalbimin öte ucundaki fenere gitmek bu şehri terketmekten başka hiç bir şey düşünemez oldum. İzmir Çeşme'ye kardeşimin yanına gittim. Epey bir zaman kaldım oralarda,depremde döndüğümde tesadüfen çarşıda rastlaştık onunla, şipşirin bir kızı vardı. Bildik bir ev hanımı olmuştu, eşi de bildik bir ev adamıydı. Fakat yüzünde artık o masumiyet yoktu, silinmişti...Ama ondan bana kalan her neyse hiç silinmedi kalbimden.



Geçenlerde bir kısa film çekmeye karar verdim, onun, mavinin öyküsü, kalbimin penceresindeki o çiçekli bahçe geldi aklıma. Beni o karda kışta o durağa götüren duyguyu film yapmayı düşündüm. Zor şey bu işler biliyorum ama bir borç bu, ayaklarıma borcu var kalbimin :)


tk

13 Kasım 2014

ONLARA



' gün ışığında,ateşli bir sabırla silahlanmış olarak en güzel kentlere gireceğiz.' a.rimbaud

Sunuş


''Rivayet olunur ki kuşların hükümdarı Simurg Anka bilgi ağacının dallarında yaşar ve herşeyi bilirmiş. Kuşlar Simurg'a inanır ve onun kendilerini kurtaracağını düşünürmüş, kuşlar dünyasında herşey ters gittikçe kuşkulanır olmuşlar ve sonunda umudu kesmişler. Derken birgün uzak bir ülkede bir kuş sürüsü Simurg'un kanadından bir tüy bulmuş. Kuşlar Simurg'un huzuruna gidip yardım istemeye karar vermişler. Ancak Simurg'un yuvası etekleri bulutların üzerinde olan kaf dağının tepesindeymiş, oraya varmak için yedi dipsiz vadiyi aşmak gerekirmiş. Kuşlar hep birlikte göğe doğru uçmaya başlamışlar yorulanlar ve düşenler olmuş.önce bülbül geri dönmüş güle olan aşkını hatırlatıp, papağan o güzel tüylerini bahane etmiş; oysaki tüyleri yüzünden kafese kapatılırmış, kartal yükseklerdeki krallığını bırakamamış, baykuş yıkıntılarını özlemiş,balıkçıl kuşu bataklığını...

Yedi vadi üzerinden uçtukça sayıları gittikçe azalmış. Altıncı vadi şaşkınlık, yedincisi ise yokoluş vadisiymiş. Kaf dağına vardıklarında otuz kuş kalmış Simurg Anka otuz kuş demekmiş...
Oraya uçanların hepsi Simurg'muş.
Ve herbiri...''*

...

Kimi bir fırtına kuşuydu
kimi bir damla yağmur.
Kiminin tanıdıktı suretleri
kimini hiç tanımadık...


Ufku döven bir demircinin balyozuydu düşleri, günler ağır saatler geçmek bilmiyordu. Beyinlerinin içinde yoğun, telaşlı ve kendileriyle kavgadaydılar. Kentlerin soluk yüzünde yaşamanın öfkesi aramaya itiyordu onları. Bakışları ve yüzleri son yolcusunu bekleyen gemi gibiydi, yüreklerine sığmıyordu bedenleri...
Yaşadılar;
ama yazmadılar anılarını...

Eylem kırmızısı günlerde
rüzgarlara bıraktılar sevinçlerini.
Kafeslerini parçalayıp yüreklerinin
saldılar bütün kuşları maviliklere.

Yasaksız aşkların kaşifleriydiler
imkansız düşlerin Nirvanası.
Renklerin raks ettiği yerde
mehtapta sevişen
kavgada en önde dövüşen
Tanrı kadar cesur
Tanrı kadar korkaktılar...

Turnalar gibi kendi kentlerine uçarlardı,
senfoni gibiydi aşkları.
Bir güne sığarken bazen bir ömür
sığmadı onlar kitaplara.
Güneşi kaldıraçla oynatıp yerinden
şafakta uyandırdılar bizi.
Suların köpürdüğü
düşlerimizin tüm denizleri gezmiş olduğu yerde
tanların koynunda yaşadılar...


t.k






*Feridun Attar'ın "Mantık-ül Tayr" kitabından alıntıdır









11 Kasım 2014

sermaye,devlet ve işçi katliamları üzerine



“ Kâr yokluğu sermayenin kâbusudur. Sermaye, mâkûl bir kâr kokusu aldığında cesaretlenir. %20 kârla coşar, %50’de gözünü budaktan sakınmaz; %100’le ayakları yerden kesilir ve hiç bir insanî yasa ve değerle ilişkisi kalmaz. %300 kâr söz konusu olduğunda da artık hiç bir cürümden geri durmaz”. Karl Marx
Bu güne kadar devletle ilgili birlerce kitap, on binlerce makale yazılmıştır ama bunlar ekseri devlet katındaki adamlar, “karşı taraftakiler” tarafından yazılmıştır. Bu işte kadınların dahli son derecede sınırlı ve önemsizdir. Devletle ilgili genel algı ve kanaat da kabaca şöyledir: Devlet kamunun, toplumun genel iyiliğini, toplumsal çıkarı gerçekleştirmek amacıyla oluşturulmuş bir kurumdur. Özel kesim özel çıkarların hizmetindedir, devlet de kamu yararını gerçekleştirmenin aracıdır... Oysa ortaya çıktığı günden beri devlet iki şey demektir: Asayiş (güvenlik) ve ekonomi yönetimi... Dolayısıyla özel kesim-devlet veya piyasa-kamu ayrımı, anlı-şanlı devlet teorisyenlerinin bir kuruntusuydu. Zira bu ikisi “sıfır toplamlı” bir denklem değildir. İşte, devlet alanı ne kadar genişse, özel alan o kadar dardır, ya da visa versa... Devlet oldum olası mülk sahibi sınıfın-sınıfların bir iktidar aracıdır. Zamanla mülk sahibi sınıflar katında değişim olsa da, devletin işlevinde bir değişiklik olmamıştır. Zira, kapitalist dönemde, özellikle de neoliberal küreselleşme çağında, devlet ve sermaye artık bir ve aynı şeydir... Devletin hiç bir müdahalesi yoktur ki, mülk sahibi sınıfların aleyhine olsun, onları kayırmasın... Aksi halde devletin varlık nedeni ortadan kalkardı...
Gerçek durum böyledir ama olup bitenlere, yaşananlara mülk sahibi sınıflar tarafından bakan “âkil adamların” anlattığı hikâye ve yaratılan “bilinç” farklıydı. Dolayısıyla insanlık tarihi boyunca ve hiç bir zaman toplumsal sözleşme diye bir şey olmadı. Keşke olsa demekle de olmazdı... Fakat bu ilerde ona benzer şeylerin olmayacağı anlamına da gelmiyor... Eğer devlet gerçekten toplumun, kamunun hizmetinde olsaydı, mesela su özelleştirilir, parayla alınır-satılır mıydı? Bir özel kâr ve kazanç nesnesine dönüştürülür müydü? Hızını alamayıp bir de su vergisi alınır mıydı?  Siz kimin suyunu ve ne hakla kime satıyorsunuz denmez miydi? Üstüne üstlük alınan vergi bir de suyu satan kapitaliste “teşvik” adı altında hediye edilir miydi? Hangi insan aklı, hangi mantık suyun özelleştirilmesini, bir kâr aracına dönüştürülmesini haklı gösterebilir? Ortada basbayağı bir insanlık ayıbı, bir insanlık suçu yok mu? Bundan büyük ayıp, bundan büyük suç olur mu?
Kamuya ait olduğu söylenen şeylerin bir kısmı da aslında ve reel olarak mülk sahibi sınıfların kolektif mülkiyeti altındaydı. Mesela bizde KİT (Kamu İktisadi Teşebbüsleri) denilen ve şimdilerde yerlerinde yeller esen kurumlar gerçekten kamuya ait olsalardı özelleştirilmeleri bu kadar kolay olur muydu? Özelleştirildikleri durumda da insanlara bir ödeme (tazminat) yapılması gerekmez miydi? Zira orada her bir yurttaşın payı vardır, onlardan alınan vergilerle oluşturulmuşlardır. Oysa, şimdilerde kamu hizmeti ve sosyal hizmetler denilenler de dahil, her şeyi özelleştiriyorlar. Sıra meraları da sermayedarlara peşkeş çekmeye geldi... Nerdeyse geriye bir tek hava* ve sokaklar kalmış görünüyor. Belki yakında sıra sokaklara da gelecektir... Toplumun varı-yoğu, dar bir oligarşi tarafından sahiplenildiği, özel mülke dönüştürüldüğü, ortak kullanım ve yaşam alanlarının yağmalandığı, talan edildiği, gerçek anlamda kamusal olanın, ortak malların, müştereklerin(commons) yok edildiği bir ülkenin, “ölüm tarlası” haline gelmesi neden şaşırtıcı olsundu? Madenlerde, başka işyerlerinde taammüden öldürülen insanların durumunu sanki ilk defa duyuyormuş gibi rol yapmanın neâlemi var! Bunca ikiyüzlülük rahatsız edici değil mi? Yegâne muteber değerin para olduğu, aşırı kârın ve aşırı zenginleşmenin bir utanç değil, büyük bir başarı sayıldığı, “işbitiricilik” ahlaksızlığının yüceltildiği bir toplumda, işçi ölümlerinin skandal düzeye çıkmasına şaşmak niye? Aşırı kâr, aşırı sömürüyle mümkündür ve aşırı sömürü de ölüme davetiye çıkarmaktır. İşçinin bir insan olarak görülmediği, sadece üretim için gerekli unsurlardan biri, bir “girdi” sayıldığı bir toplumda, başka türlü olabilir miydi?
Kapitalist dönemde bir şey, kapitalist mülkiyet dışında kalmışsa,  “özelleştirilmemişse”, özel mülk kategorisine indirgenmemişse, muteber sayılmıyor, telef edilmiş sayılıyor ve “zarar hanesine” yazılıyor... Ortakça sahiplenilen ve kullanılan şeyler (commons) “bir kayıp” sayılıyor. O zaman bir şeyi faydalı, muteber hale getirmenin yolu, onu özel şahıslara peşkeş çekmeyi gerektirirdi ve şimdilerde yapılan tam da bu. Oysa bundan 2400 yıl kadar önce Aristotales, “Ortak mallardan, ortak kullanım alanlarından yoksun bir topluluğun var olamayacağını” söylemişti... Aristotales’in söylediği gayet mantıklı zira, toplum yaşamı demek ortak yaşam demektir, bu yüzden ortakça sahiplenilen ve kullanılan  “ortak şeyleri, ortak malları, ortak yaşam alanlarını” varsayar.
O halde ne değişti denecektir. 1980 sonrasında neoliberal küreselleşmeyle birlikte, sermaye sahipleri, bir bütün olarak mülk sahibi sınıflar, (oligarşiler densin), her şeyle birlikte devleti de özelleştirdiler. Aslında tuhaf bir durum ortaya çıkmıştı: Bir özelleştirme aktörü, piyasa aktörü olan devlet, bizzat kendisini de özelleştirmişti. Buna devletin “kendi kendini özelleştirmesi [oto-privatization]demekte bir sakınca yoktur. Artık devlet de bir kapitalist gibi davranır hale geldi. Mesela taşeron işçi-memur kullanıyor ve taşeron statüsünde çalıştırdığı işçilere normal statüye tabi olanlara ödediğinin üçte bir kadar ücret ödüyor. Bir devlet bunun niçin yapar?
Netice itibariyle devlet, sadece sermayenin tek yanlı çıkarını gözeten tuhaf bir aygıta dönüştü. Şimdilerde devletin gerisindeki mülk sahibi sınıflar (finans oligarşileri) eskiden olduğu gibi gerçek niyetlerini gizleme gereği bile duymuyorlar. Yaptıklarını açık, açık yapıyorlar. Köle köleliğini, efendi efendiliğini bilecek diyorlar... Malûm olduğu üzere, kapitalist toplumda işçi ücretli köledir. Tabii geçmiş dönemlerin “klasik” kölesinden bir farkı da olmak kaydıyla: Klasik dönemin kölesi, her hangi başka bir şey gibi efendinin malıdır, onun sahip olduğu “şeylerden”, biridir... Lâkin efendi kölenin kaderine kayıtsız kalamaz. Kölenin âkıbeti efendiyi ilgilendirir. En azından ölmemesi için asgari bir ihtimam göstermesi gerekir, zira köle ölürse parayla yenisini satın almak zorundadır...
Kapitalist çağın “modern” kölesi olan işçi (proleter), “klasik” köleden iki bakımdan ayrılır: Birincisi, kapitalizm dâhilinde tüm proleterler (işçiler) tüm kapitalistlerin kolektif kölesi durumuna getirilmiş durumdadırlar. Her işçi her kapitalistin potansiyel “kullanım alanındadır”; ve ikincisi, artık bireysel bağımlılık durumu ortadan kalkmıştır ki, bu kapitalist için müthiş bir imkân demektir. Köle-efendi ilişkisinin yeni bir biçim almasıyla, ideolojik yanılsama yaratmak da son derecede kolaylaşmıştır... Artık bir kapitaliste doğrudan bağlı değil diye, işçinin “özgürlüğünden” söz edilebiliyor... Oysa “Klasik kölelik” durumunda köle, fizikî zor ve şiddetle Efendi’ye hizmet etmeye mecburken, kapitalist toplumun ücretli kölesi, ekonomik zor tarafından sermaye sınıfına hizmet etmek zorundadır. Siz, hizmet etmememin karşılığının ne demek olduğunu hiç düşündünüz mü? Hizmet etmemenin karşılığı açlık ve ölümdür...
Kapitalistler çalıştırdıkları, emeğinin ürününe el koydukları işçilerin kaderine külliyen yabancılaşmış durumdadırlar. Kapitalizm koşullarında patron, işçinin emeğini satın alıyor, aradaki ilişki bir alım-satım ilişkisinden ibarettir... Öte tarafı kapitalisti ilgilendirmez... Eğer durum böyleyse, işçi ücretli köleyse ve öyle kalmaya devam ettiği sürece, özgürlükten, demokrasiden, insan haklarından söz etmek sorunlu değil midir? Gerçekten bu çok kullanılan kavramların (demokrasi, özgürlük, insan hakları, vb.) bir karşılığı olsaydı, bu satırların yazıldığı saatlerde ve 7’incı günde Ermenek kömür madeninde çalışan 18 işçi hâlâ yerin 350 metre altında, çamur deryasında yüzüyor olur muydu? Bu durum,91’inci yılı “coşkuyla kutlanan” cumhuriyetin aslında kimin cumhuriyeti olduğunu da açıkça göstermiyor mu? Lâkin söze yalanla başlamak âdet. Kimse kapitalist demiyor, işveren diyor. Niye bir işveren ve bir de iş alan var? Öyle bir söylem ki, hırsızı alacaklı gibi göstermeyi başarıyor... Malûm, veren alacaklıdır... Bu, asıl sorunun bir “ideolojik kölelik” kategorisi olduğu demeye gelir...
Soma’daki, Zonguldak’taki, Ermenek’teki, İstanbul’un Mecidiye köy’ündeki, Isparta’daki, Amasra’daki... her yerdeki iş bitirici kapitalistlerin, sömürdükleri ücretli kölelerin (proleterin) kaderiyle, âkıbetiyle ilgilenmesi diye bir şey söz konusu bile değildir. Lâkin oralarda telef olan işçilerin ölümünden sadece kapitalist patronlar sorumlu değil. Zira devlet-sermaye işbirliğiyle ve taammüden işlenmiş cinayetler söz konusu... Ve onlar “aşırı kâr hırsının” kurbanlarıdır. Kaldı ki, oradaki durumu bildiği halde bilmiyormuş gibi yapan ve duruma müdahale etmeye yanaşmayan AKP hükümeti başta olmak üzere, herkesin derece, derece sorumluluk payı vardır. Üstelik bütün bunlar da bir istisna değil... Kapitalist, insan olarak görmediği ücretli kölenin sağlığıyla, güvenliğiyle, kaderiyle, geleceğiyle, velhasıl âkıbetiyle ilgili değildir. Zira piyasada her zaman kullanıma hazır, mebzul miktarda potansiyel ücretli köle mevcuttur... Kapitalist patronun gözü daha çok ve daha çok kârdan başka bir şeyi görmez. Kârı büyütmenin yolu da sömürüyü derinleştirmek geçer. Kapitalizm koşullarında işçi, herhangi bir mal gibi alınıp-satılan, kullanılan bir şey, bir nesnedir sadece...
Eğer sorunları çözmek gibi gerçek bir niyet varsa, işe, şeyleri adıyla çağırarak, şeylerin gerçeğin nüfuz etme iradesini ortaya koyarak başlamak gerekiyor. Egemenin söylemine pabuç bırakmamayı, ideolojik kölelikten kurtulmayı, şeylere ve sorunlara kendi gözüyle bakmayı gerekitiriyor. Bu da mülkiyet sorununu gerektiği gibi tartışıp-bilince çıkarmayı, topluma/kamuya ait şeylerin dar bir oligarşi tarafından yağmalanmasına radikal bir itirazı gerektirir. Anti-sosyal, anti-demokratik, gayri- insanî neoliberal paradigmaya (oligopoller kapitalizmine densin) karşı çıkılmadan, bu saldırı karşısında radikal bir karşı-duruş ve karşı-hegemonya oluşturulmadan, yapılanların ve yapılacakların bir kıymet-i harbiyesi olması mümkün değildir. Zira, bu rotada ilerlenmeye devam edildiği sürece, işsizliğin daha da artması, gelir dağılımı eşitsizliğinin daha da bozulması, yoksulluğun ve sosyal kötülüklerin derinleşmesi, doğal çevre tahribatının, dolayısıyla gezegen riski de dahil, her türden risklerin büyümesi, işçi cinayetlerinin kaldığı yerden devam etmesi, insanlığın ve uygarlığın geleceğinin kararması kaçınılmazdır.  Zira dünya artık çığırından çıkmış**durumda...
Fikret Başkaya














7 Kasım 2014

AY GÜNLÜĞÜ







SUNUŞ

Yakamozlardır üzerimize düşen
    kırık ay taşları



1

Gelmelerin ve gitmelerin arasına sıkıştırılmış
Adı hilal bir yalnızlıktı gözlerin
Ay günlüğünde
Bir adım uzaktaydık aşka;
Kim bilir, belki bir adım daha yakın...

*
Yakamozların ışıltılı yollarında
İçimde dörtnala koşan atlar var
Nal seslerini duyuyor musun?
Bakır yüzlü, tunç bilekli süvarilerin
Örste dövülen yürekleri midir bu tan kızıllığı?
Yoksa cesaret midir, kamçısını sallayan aşka?
Teninde soluk soluğa at koştururken...

*
Serin bir rüzgarı getirmişti yanında
Eğilip usulca okşadım yelelerini...
İçimde soluksuz arzuları kovalarken
Dörtnala yalnızlığım
En militan yanımda intihar eden ateş böcekleri...
.....

2

Kıyıları hançerlenmiş akşamlar
Yüreğine saplı deniz
Kaybolan gemilerin mendireğinde giden uyku...

Yalnızlığın güncesi
Kırık aynalarda
param parça bir begonya gülüşü...

Tütün kokan uzaklar
Ay yüzlü akşamlar
En keskin kılıçlarıyla kınında uyuyan mısralar...

3

Varlık- saflık, yalan- gerçek, göç- kuş, aşk- biber, umut- ölüm, mutluluk- özlem...

Açar içimizde gelin çiçekleri
Günahlarımızla el ele
Yürürüz, yürürüz denize çıkar tüm yollar...

Ayazda çobanların söndürmeyi unuttuğu dağ ateşleri gibi
Bir odun atsan tutuşur düşler.

Çevrilir kilit
Açılır öbür zamana aynalar
Çakar kibritini küçük kız
Kanatları gölge kuşlar uçar kalbimin duvarlarında...

4

Uyanırsın
Adına aşk denen bir depremle
Gecenin geç ve tenha saatlerinde bir kaçışa
Ömrünün kadranında akrep misali...

İki göz arası ela bir zamanda
Kalbinde ay depremleri

5

Gelmek ve gitmek arası med-cezir takvimlerinde
Kum saatinden akan zaman.
Bir yanda biriken, bir yanda tükenen
Yazgısı kırmızıyla yazılmış, mürekkebi karanfil düşler...

Hüzün atlasında
Deniz koyuluğunda
Gözlerin.

Şafak sökerken
Kar beyazı penceremize
İnadına asılmış, dolunaydır umut.



tk

5 Kasım 2014

sevdiğim dizeler




seni bulmaktan önce aramak isterdim
seni sevmekten önce anlamak isterdim
seni bir yaşam boyu bitirmek değil de
sana hep hep yeniden başlamak isterdim

ö.asaf


bu ara bu şiir dolandı dilime,güzel şey de hani içimde bir şiirle dolaşmak şehri ve güzel şey bir şiirin içinde beklemek onu

bilmiyorum neden ama bazen yüreğimi çok özel kokusu olan bir parfüm şişesine benzetiyorum, azar azar sıkıyorum ya, birde fark ediyorum ki şişe bitivermiş. oysa insan bitmez sanıyor güzel şeyleri.

biliyor musun aşk dedikleri tamamlamakmış kendini
denizde martı,dalında çiçek misali
belkide ayrılık ondan bunca uzun
belkide aşk ayrılık sadece...

tk







1 Kasım 2014

mor kaktüs çiçekleri






Anı çiçekleridir sokakların
Kara menekşenin günahına sığındığım
Oysa hep hüzünlü eserdi yel
Sabah çiğine aşina kalbinde.

Lacivert bir göğün uçurumundan
Salınan bir uçurtmadır hayat
Mor kaktüs çiçekleri gibi yeşerir apansız
Tuz yanığı göğsünün cömert sunağında.

Hiç kimse bilmez aşkta yoktur son
Başlar yalnızca ve öpücüklerdir armağanı
Sonsuzluğa yazgılı bir yemin misali
Perdesini aralar her akşam yıldızlara.

tk

Yeni adresim

ara ara aşağıdaki adresimde yazacağım https://atesinsesi.wordpress.com/ /